The American New Wave

The American New Wave

Amerika Birleşik Devletleri’nde 1970’li yıllarda ortaya yeni jenerasyon film yönetmenleri çıktı. The American New Wave ya da New Hollywood Cinema denilen bu yeni dönemi tasarlayan Robert Altman, Francis Ford Coppola, Arthur Penn ve Martin Scorsese gibi yönetmenlerin ortak özellikleri film dilinin uzantısını ve canlandırılmasını anlayabilmeleri, modernist filmler yapmalarıydı. O dönemki yönetmenlerin aksine, üniversite diplomaları olması, film teorisini bilmeleri ve diğer ülkelerin film geleneklerine hakim olmaları onları bir adım öne çıkardı. Özellikle o dönem çıkan French New Wave ve bu harekete bağlı olarak çıkan filmlerden ilham aldılar.

Gündelik Yaşamın Geçerliliğini Yitirmesi, Modernizm

1970’li yılların Amerikan yönetmenleri, Avrupa filmlerinden ilham alarak modernist filmler çekmeye başladıklarında büyük Hollywood şirketleri tarafından finanse ediliyorlardı. Bu sebeple vahşi bir üsluba ya da “intellectual montage” gibi hikaye anlatma deneylerinde bulunamıyorlardı. Buna rağmen yine de o dönemki bazı Amerikan filmleri modernizm problemleriyle uğraşıyordu. Paul Schrader tarafından yazılan ve Robert DeNiro’nun Travis Bickle karakterini canlandırarak başrol olduğu, Cannes Film Festivali’nde Palme d’Or ödülünü de kazanan Martin Scorsese’nin Taxi Driver filmi, 1970’li yılların Amerikasında bulunabilecek bastırılmış modernizmin en iyi örneklerinden biriydi.

Taxi Driver bir şehir filmi. İnsanın şehirde varoluşunu ve şehir kültürünün insan hayatına etkilerini anlatıyor. Pastoral bir film değil, bu filmden sakinlik beklememek lazım. Huzursuzluk, çile, pislik ve ses içinde kıvranan parçalayıcı şehir kültürü tarafından domine edilen, doğanın olmadığı, bir görüntü çiziyor. Şehirdeki birey kavramı Martin Scorsese’nin kariyeri boyunca çizmeye çalıştığı bir portre. Taxi Driver’dan farklı olarak, Who's That Knocking at my Door (1967), Mean Streets (1973), Raging Bull (1980), After Hours (1986) hepsi şehir temasını kendine temel alıyor.

Tanrı’nın Yalnız Adamı, Travis Bickle

Taxi Driver’ın başkahramanı(protagonisti), Travis Bickle, kendini ait hissetmediği bir şehirde buluyor. Film öyküsellik, ses ve sinematografi gibi farklı ifade biçimleriyle Travis Bickle’ın dünya deneyimini seyirciye sunuyor. Filmde gördüğümüz şehir, modern şehrin tüm olumsuz yönlerini içeriyor: ses, kaos, huzursuzluk, fakirlik, yalnızlık. Şehirde olduğu gibi Travis’in evi de olmak isteyeceğiniz bir yer değil. Küçük, çirkin ve klostorofobik. Salon, mutfak ve yatak odası tek oda içinde. Dağınık ve şehrin seslerini mütemadiyen duyabileceğiniz bir ev: şehrin gürültü kirliliği, kavga eden komşular ve tabii ki kornalar. Travis daha kendi evinde bile huzur bulamazken nasıl dünyada mutlu olsun? Düşünceleriyle ve problemleriyle beraber eve hapsolmuş durumda. Şehir de Travis’in evinden farklı değil al birini vur ötekine: yoğun derecede suç, uyuşturucu, delilik, porno sinemaları ve şiddet. Durmadan devam eden sirenler, kavgalar, korna sesleri adeta “Nerede bu şehrin polisi?” dedirtiyor.

Travis hakkında çok bir detay bilmiyoruz. Bildiklerimiz de sadece kim olduğu ve nereden geldiği. Bunları da filmin ilk sahnesinde -Travis’in iş aradağı sahnede- görüyoruz. Geceleri uyuyamadığını (psikolojik ve diğer rahatsızlıklarının belirtisi) Vietnam’da asker olduğunu öğreniyoruz. Taksi şoförlüğü için başvurduğunda her zaman ve her yere sürebileceğini söylüyor ki bu da bize sosyal hayatı olmadığını açıklamaya yetiyor.

Travis, taksi şoförü olarak işe başlıyor ve biz de hemen onun izole olmuş şehir insanın somut örneği olduğunu görüyoruz. Etrafındaki dünya ile iletişim kurmaktan aciz, yalnız bir şehir insanı. Travis belki de bu yüzden günlük tutuyordur, biriyle iletişim kurmak için, bu kendisi olsa bile.